Geçtiğimiz günlerde, belki çoktan yaygın hâle gelmiş olup da benim izleyene kadar haberimin olmadığı bir video izledim. Muhabir arkadaş sokakta gördüğü genç arkadaşlara önce üç tane evlilik programı sayıp sayamayacaklarını soruyor. Kendilerine mikrofon uzatılan arkadaşların ekseriyeti soruyu doğru şekilde cevaplıyor. Akabinde ise üç dünya klasiği kitap sayıp sayamayacaklarını sorduğunda pek kestirilebilir bir şekilde hiçbiri cevap veremiyor. Gerçi cevap verseler de bu okumuş oldukları, okumuş olsalar da idrak etmiş oldukları anlamına gelmeyecek ama olsun, saçma da olsa bir veri oluşturuyorlar.
Aslında bu kadar arka arkaya dünya klasikleri lafzının sıralanması bir tesadüf olmasa gerek. Nitekim geçen ay twitter’da “acaba ne tür kitaplar çerçevesinde bir yazı kaleme alsam” diye okurların görüşünü alabileceğim bir anket yaptığımda da “dünya klasikleri” birinci sırayı aldı. O yüzden bu yazının temeli için seçtiğim kitaplar dünya klasiklerinden olacak. Elbette size oturup dünya klasikleri okumanın faydalarını, bağırsak ve kalp rahatsızlıklarına iyi geldiği, 10 sayfa dünya klasiğini, 20 sayfa Türk edebiyatı ve aydınotu ile birlikte kaynatıp suyunu içtiğinizde bir aydınlanma yaşayacağınızı söylemeyeceğim.
Dünya klasiklerinin edebiyat ve insan için önemini anlatan onlarca güzel yazı varken buna kalkışmam da abesle iştigal olacaktır zaten. Ben daha basit şeyler için dünya klasiklerini öneriyorum. Dünyayı sizin gibi olmayanlara âit mercekler altında inceleyebilme becerisi kazandırması. Evet, hayata bir Rus’un, bir Alman’ın, bir İngiliz’in, bir Amerikan’ın penceresinden bakabilmekten bahsediyorum. Bu yazılanları belki başkaları da söylemiştir daha önce. Ancak bahsettiğim olguyu bir talimat gibi algılayarak hayata birden Dostoyevski, Hemingway veya Hugo gibi bakabileceğine inanan okuyucu, başka mercekle bakmanın faydasının ancak kendi özünü muhafazayla mümkün olduğunu atlamamalıdır.
Günümüz edebiyatının acelecilik içerisinde okuyucuyu (A) noktasından (B) noktasına kâh neşe, kâh dram, kâh aksiyon, kâh gerilim içerisinde sürüklemesini baz alalım. Klasiklerden birini okuyacak okurun bir A noktası yoktur. Kitabı bitirdiğindeyse yazarının dahi okur için planlamadığı bir B noktasına ulaşması kaçınılmazdır. Zira klasikleri kıymetli kılan şey, okuru kendi belirleyeceği bir noktaya ulaştıracak olan felsefî altyapıyı okura sessizce nakşetmesidir.
Örneğin, Thomas More’un Ütopya’sını okuyan bir okurun, bavulunu toplayıp, kurguya göre Ekvator yakınlarında var olduğu belirtilen bir Ütopya adası bulmaya çalışması beklenilebilecek son şeydir. Bu noktada ulaşılabilecek B noktalarından birisi, aslında kişinin kendi yaşadığı yeri Ütopya adasına çevirmek adına neler yapabileceği değilse nedir?
Ayarsız Dergi